22 Aralık 2020 Salı

DÜŞERKEN || Tarık TUFAN


 

“İnsanın en ölümcül yarası içinde anbean büyüyen gitme hevesidir.”

“Gitmek derdine bir kez olsun düşen için artık kalmak da yaradır.”


Tesisatçı olan İshak üst kattaki ressam komşusu Jülide’ye tamirat için gidince bir kahve içimlik sohbette gitmek istediğini söyler. Jülide birlikte gitmeyi teklif edince bilinmeze doğru olan yolculukları başlar. Nereye gidecekleri bilmeyen iki yürek, geleceğe gittiklerini düşünürken aslında geçmişin sularında çırpınan iki yürek oluverdi birden. Okudukça daha derine daha da derine battım onlarla.

“Kötü biten hikâyeleri anlatmanın en zor yanı, neresinden başlayacağını bilememektir. Böyle hikâyeleri anlatmak, her defasında aynı kuyunun içine düşmeyi göze almaktır. Ucundaki kan kurumadan, hançeri tekrar tekrar kalbine saplamak gibidir.”

İshak annesinin yüzünü bile bilmeden büyümüş, daha ortaokuldayken yatılı hayatına başlamış, memlekete dönmeden hayatını yaşamaya çalışan bilinmezlikler içinde kaybolan biri.
Jülide aile ortamında büyümüş ama aile sevgisinden uzak kendi hayatını yaşamaya çalışan, benim doğrum budur diyerek yalnızlıklar içinde kalmış bir kadın.

Kelimelere ihtiyaç duymadan ve neredeyse hiç ortalıkta görünmeden yaşamayı öğrenebilmiş kadınlardan biriydi Jülide. Yüzü de kalbi kadar saklı kadınlardan. Var ama yok, orada ama değil, yakın gibi ama uzak; yalnızca çok gerektiği anlarda, neredeyse susacakmış gibi, söylediği her kelimenin ardından, konuşmaktan tam o anda vazgeçecekmiş gibi, ağzından çıkan her söz birazdan geri dönüp kendi boğazına sarılacakmış gibi tereddüt içinde konuşanlardan. Anlatmaya dair bütün inancını yitirmişlerden. Her an kaybolmanın kenarında bekleyenlerden. Yanı başından hiç eksilmeyen o ürpertici, o uğursuz, o ayartıcı, o yoldan çıkarıcı boşluğa kendini bıraktı bırakacak kadınlardan. Kapkara ve dokunaklı yokluğunu, akıl çelen uçurumlarını, gitgide ağırlaşan düşüşlerini, ölçüsü belirsiz bir cinnet marazını yanında taşıyanlardan. Sır sahibi. Sır sahibi olduğu için de zifiri suskun.

Yazar, kitabını anlatırken hem karakterlere söz hakkı tanımış hem de bir anlatıcı yerleştirmiş. Anlatımın zenginliği burada ortaya çıkıyor. Birde günümüzden geçmiş zaman hatıralarına sıçrayışları var ki okurken boğazınıza bir yumru oturuyor. Mahalleden kaçan bir erkek ve bir kadın olarak kafamda şekillendirmeye başladığım kitap hiç ummadığım yerlere değindi. Kitaptaki ön yargılı insanlar gibi hemen infaz edip içimden klasik bir aşk diye geçiverdim kitabın başında. Oysa yaşanan çok çok başka bir şeydi. İki karakterde hayatlarında bir düşüşün eşiğindeydi, birbirlerine tutunabilecek dal oldular, yoldaş oldular, sırdaş oldular…

İshak ve Jülide’ye biçilen hayat rolleri çok acımasızdı. İkisinde de karmakarışık olmuş aile yapısı var dahası kendi ailelerini kurmak isterken de bu karmaşıklık devam ediyor. Hiç mi güzel bir şey olmaz bir insanın hayatında diyorsunuz. Sanırım başlarına gelen en güzel şey birbirlerinin isminden başka bir şey bilmeyen bu iki yabancının birlikte yaptığı yolculuk ve paylaştığı üç günün içinde birbirlerinin acılarını dinlemek ve sessiz sedasız seni anlıyorum diyebilmeleriydi.

“O uçsuz bucaksız boşluğu tanıyordum, dört yanı yangınlarla çevrili şüphe halini, bildiğini duyduğunu, gördüğünü anlamaya ayak direme halini, ezberinin bozulmasını, sığındığın karanlık mağaranın daracık kapısına bir daha bulamama kaygısını iyi tanıyordum.”

İlk defa Tarık Tufan’a ait bir kitap okudum. Yazdıkları beni büyüledi diyebilirim. Hem erkeğin hem de bir kadının gözünden böyle yoğun duygu tasviri okumak her zaman mümkün olmuyor. Yazarın bir o kadar akıcı ve sade, bir o kadar alımlı ve cezbedici cümleleri var. Öyle bir yalnızlık öyle bir düşüş yazmış ki kitabında, elinizi uzatıp bu yalnızlığa dur demek istiyorsunuz. Yazar üç günlük bir hayatı anlatırken bir ömür sığdırmış satırlarına. Kitapta altını çizdiğim o kadar çok yer vardı ki hepsi bir bir içime işledi. İshak ve Jülide kadar Nuran, Ceyhun ve Nora’nın da düşüşlerine şahit oldum. İnsan sevgisiz kalınca susuz kalan ağaçlar gibi köklerini salamıyormuş toprağa, bir umuda tutunamadıkça meyvelerini yeşertemiyormuş. Ailelerin bir bütün olamaması, toplumun ağız birliği yapmış gibi ama gerçeği bilmeyerek yargılamaları insanları sonu görünmeyen dipsiz kuyularda dolaştırıyormuş. O güzel duygular korkulara dönüşüyormuş, çaresizliğin sınırları katman katman acılara sebep oluyormuş, kolunuzdan sürükleyip deliliğin sınırlarında dolaştırıyormuş.

Umutla umutsuzluğun, geçmişle yapılan iç hesaplaşmaların bir hikâyesiydi bu.
Farklı dünyalarda yaşayan ama aynı acıların ortak bir karede birleştiği bir hikâye… Düşerken…

Düşerken
Tarık Tufan
Profil Kitap
299 Sayfa, 2018


Kitapcafe.com yazım

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Yetim Koleksiyoncusu || Ellen Marie Wiseman

 

Gelmiş geçmiş en güçlü ilaç, sevgidir…

 

1918 yılının güzel bir sonbahar gününde başlamıştı her şey. Ben, annem ve henüz küçücük birer bebek olan ikiz erkek kardeşlerimle sanki babam hâlâ savaşta, bir zamanlar adına vatan dediğimiz bir cehennemin ortasında değilmiş gibi o büyük kutlamaya katılmıştık. Sinsice yayılan küçücük bir virüsün, sadece birkaç gün içinde her şeyi değiştireceğinden, o an önem verdiğimiz, kutladığımız, sevdiğimiz şeyleri, etrafımızda dönüp duran, gülen, nefes alan, şarkı söyleyen tüm bu hayatları birer birer hayat sahnesinden sileceğinden habersiz bir şekilde o mahşeri kalabalığın içindeydik.

 

Biliyor musunuz? Benim annem sabah güneşi gibi kokardı. Sıcacık gülüşü içimde buz tutmuş tüm korkuları teker teker eritip yok ederdi. Bilseydim… Ah, keşke bilseydim annemin ellerini son kez tuttuğumu. Ona daha sıkı sarılır, beni, kardeşlerimi bırakıp gitmemesi için yalvarırdım. O kalabalığa girmemek, sonsuza dek evimizin güvenli duvarları arasında kalabilmek için ne gerekirse yapardım.

 

Ancak şimdi, annemin bedeni yatağında cansız bir şekilde yatarken ve kardeşlerim açlıktan kıvranarak ağlarken bir seçim yapmak zorundayım. Hayatlarımızı ve görünmez bir iple birbirine bağlıymış gibi duran kaderlerimizi tamamen değiştirecek bir seçim. Evet, korkuyorum, hem de çok ama güçlü olmaktan başka şansım da yok. İnancın, sevginin gücüne inanmalıyım. Çünkü gelmiş geçmiş en güçlü ilaç sevgidir. Bunu biliyorum ve dünya dönmeye devam ettiği sürece bu asla değişmeyecek.

 

Ben, Pia Lange ve bu, benim hikâyem.

 

Ellen Marie Wiseman’ın usta kaleminden dökülen Yetim Koleksiyoncusu, dünya nüfusunun üçte birini etkileyen, ölümcül bir pandeminin tam ortasında verilen güçlü mücadeleye, sevgiye, bağlılığa ve umuda yazılmış bir destan.

 (Arka kapak yazısı)

 

Yazar Hakkında: Ellen Marie Wiseman

 

ELLEN MARIE WISEMAN, kendisindeki bu okuma-yazma aşkını daha ilkokuldayken keşfetmiştir. Yetim Koleksiyoncusu dışında ülkemizde yayımlanmış dört kitabı daha bulunan ödüllü yazar, ailesiyle birlikte Ontario Gölü kıyılarında yaşamaktadır.

 

 

19 Haziran 2020 Cuma

Kara Düşen Ay Işığı || Lily Graham


Umut nedir, neye benzer? En dipte olduğunuz anda hayata tutunmanızı sağlayacak bir ip midir yoksa en karanlık gecelerde bile kara aksini düşüren bir ay ışığı mı?

Eva ile senfoni orkestrasında kemancı olan eşi Michal’in öyküsü masallardaki gibi başlamıştır. Ancak 1942 yılında Prag şehrini işgal eden Naziler, Michal’i ünlü toplama kampı Auschwitz’e sürgün ettiklerinde masal bir anda dehşet verici bir kâbusa dönüşür. Eşine bir an önce kavuşmaktan başka bir şey düşünemeyen Eva, sonunda çareyi kocasının peşinden gönüllü olarak Auschwitz’e gitmekte bulur.

Öte yandan orada hiçbir şey hayal ettiği gibi olmayacaktır. Michal’den tek bir iz bile bulamaması bir yana, kampın insanlık dışı şartları altında yaşama tutunmak neredeyse imkânsızdır. Dondurucu soğukla ve umutsuzlukla savaşan bedeni ranzasında tir tir titrerken, ona yardım elini uzatan ranza arkadaşı Sofie olur.

Sofie de Auschwitz’e oğlunu bulabilmek umuduyla gelmiştir. Artık bu iki kadın, bu cehennemde umutlarına ve hayallerine birlikte tutunacak, düşmanla dost olmak anlamına gelse bile birbirlerini kollayacaktır. Fakat Eva’nın bir mucize eseri hamile kalmasıyla ikisinin de hayatları tehlikeye girer. Bundan böyle tek bir amaçları vardır: Kendilerini olmasa bile çocuklarını koruyabilmek ve onlar göçüp gitse bile hikâyelerini tüm dünyaya anlatmalarını sağlamak.

Gerçek hayatlardan uyarlanan hikâyesiyle Kara Düşen Ay Işığı, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgi üzerinde dans edenlerin yürek burkan öyküsü.

(Arka kapak yazısı)

Yazar Hakkında: Lily Graham

Eski bir gazeteci olan LILY GRAHAM, Güney Afrika’da büyümüştür. Şimdilerde eşi ve köpeğiyle Suffolk kıyılarında yaşamaktadır. Yazarın, Kara Düşen Ay Işığı haricinde yurt dışında yayımlanmış altı kitabı daha bulunmaktadır.


Kullanılan Reklam Mecraları:

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Ateş Böceğinin Şarkısı || Ana Jons


Bu, bizim hikâyemizdi, sadece bizim bildiğimiz bir şarkıydı.
Bir ateşböceğinin şarkısı...

1957 yılının Japonya’sında, on yedi yaşındaki Naoko Nakamura için ailesinin ticari ilişkilerini güçlendirecek bir evlilik planlanmıştır. Tören için her şey hazırdır tek bir şey hariç, Naoko’nun kalbi. O ne yazık ki ailesinin beklediği gibi gönlünü onları gururlandıracak bir adama değil, Amerikalı bir askere, bir yabancıya, hatta düşmana kaptırmıştır. Dahası, her şeye rağmen gelenekleri ve kendisi için hazırlanan geleceği hiçe sayarak sakladığı büyük sırla beraber aşkın peşinden gitmeye, yüreğinin ona fısıldadığı şarkıyı dinlemeye hazırdır. Öte yandan o şarkının yankılarının, yıllar sonra okyanusun ötesinden bile duyulacağından tamamen habersizdir.

Günümüz Amerikası’nda ise ölmek üzere olan babasının başında bekleyen gazeteci Tori Kovac, o güne kadar çok sevdiği babası, kendisi ve ailesi hakkında bildiği her şeyi altüst edecek bir mektup bulur. Mektubun ardındaki gerçeği öğrenmek için çıktığı yolculuk onu, Japonya’nın uzak bir sahil kasabasına kadar getirecektir.

Biri, kalbi ve ailesi arasında seçim yapmak zorunda kalmış, diğeri ise gerçek yuvasının neresi olduğunu merak eden iki güçlü kadının, yıllara ve mesafelere meydan okuyan duygu yüklü hikâyesi. Ateşböceğinin Şarkısı, sevdiklerimiz uğruna neler yapabileceğimizi gözler önüne seren, kolay kolay hafızalarınızdan silinmeyecek bir başyapıt.

19 Aralık 2019 Perşembe

Güneşin Ardındaki Topraklar || Laila Ibrahim

Gitmek miydi zor olan yoksa kalmak mı doğduğun, kokusu ile yoğrulduğun topraklarda? Nasıl giderdi ki insan en sevdiklerini bırakıp ardında? O topraklar ölüm, açlık ve sefalet koksa bile… 

Takvimler 1923 yılını işaret ederken, Kuzey Çin’de anneleri evlatsız, çocukları yetim bırakan ağır bir savaş hüküm sürmektedir. Henüz on sekiz yaşındaki Mei Ling’in ailesi de bu savaştan nasibini almıştır. Geri kalan ailesinin açlıktan ölmemesi, hayatlarının kurtulabilmesi için Mei Ling’in omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklenmiştir: Para karşılığı hiç tanımadığı bir adamla evlen
mek. Üstelik de sahte bir isimle…

Yanında ona tamamen yabancı bir adamla uzaklara, onun için güneşin bile ardındaki bir ülkeden ibaret olan Amerika’ya olan uzun yolculuğu başladığında, tutunduğu tek şey orada güzel bir hayatı olacağına dair hayalleridir. Fakat çok geçmeden yalanlarla örülü bir çemberin içinde olduğunu, artık kocası olan bu yabancıya güvenemeyeceğini fark eder. Dilini bile konuşamadığı bir ülkede, sadece kendisi için değil, karnındaki bebek ve büyük bir tehlikenin içinde olan yetim bir kız çocuğu için de savaşmak zorundadır.

Peki, Mei Ling sevdiklerinden bu kadar uzakta bir başına hayatta kalabilecek, sahte evliliğine rağmen gerçek bir aile kurabilmeyi başarabilecek midir? Güneşin Ardındaki Topraklar, cesaret ve inançla atan bir kalbin inanılmaz yolculuğunu her sayfada yüreğimize işlerken, anneliğin mutlaka bir canlıyı dünyaya getirmek demek olmadığını bizlere bir kez daha hatırlatıyor. (Arka kapak yazısı)

Yazar Hakkında: Laila Ibrahim California, Whittier’de hayata gözlerini açan LAILA IBRAHIM, daha sonra Psikoloji ve Çocuk Gelişimi üzerine yüksek lisans yapmak amacıyla Oakland’e taşınmıştır. Çocuklar için daha fazla şey yapmak isteyen yazar, bir anaokulu açarak insan psikolojisi ve çocuk eğitimi üzerine edindiği tüm tecrübeleri anneler ve çocuklarıyla paylaşmaktadır. Aldığı eğitimlerle edindiği birikimleri, bir öğretmen ve anne olarak kitaplarına sık sık aktaran Ibrahim, ailesiyle birlikte Berkeley’de yaşamaktadır.

13 Eylül 2019 Cuma

Kabuğunu Kıran İnci || Nadia Hashimi


Baskıya, eşitsizliğe, hatta kaderlerine karşı savaşan iki genç kadının unutulmaz öyküsü…

Yıl 2007… Taliban’ın hükmettiği, kanayan yaraların sarılamadığı Afganistan’da madde bağımlısı bir babası olan ve hiç erkek kardeşi olmayan Rahima ve ablaları, sokağa bile çıkamaz, okula gidemezler. Tek umutları, oğlu olmayan ailelerin, kızlarından birini, ergenlik çağına gelene kadar erkeğe çevirmesini sağlayan Bacha Posh geleneğidir. Rahima, bu gelenek sayesinde erkek gibi giyinip, öyleymiş gibi davranabilir ve hayal bile edemeyeceği bir özgürlüğe kavuşur.
Öte yandan ailesinde bu sıra dışı geleneği ilk uygulayan kişi Rahima değildir. Yüz yıl önce büyük büyük büyükannesi Shekiba da onunla aynı kaderi paylaşmıştır. Bu değişim onu da ıssız bir köydeki güçlüklerle dolu hayatından alıp, hayal bile edemeyeceği bir dünyaya taşımıştır.
Peki, Shekiba ve Rahima, gerçekten özgür bir hayat yaşayabilecekler midir? Ya aksi olursa hayatlarına nasıl devam edeceklerdir? Kabuğunu Kıran İnci, aralarında yüz yıl olmasına rağmen aynı cesarete sahip olan bu iki kadının olağanüstü öyküsünü her sayfada ilmek ilmek işliyor.

“Dokunaklı bir aile hikâyesi… Şaşırtıcı, gizemli ihtişamıyla bir Afganistan portresi ve Afgan kadınlarının devam eden mücadelelerine tutulmuş bir ayna.”
KHALED HOSSEINI, Uçurtma Avcısı kitabının yazarı
(Arka kapak yazısı)

Yazar Hakkında: Nadia Hashimi

Afgan asıllı çocuk doktoru ve yazar. Eğitimini New York Üniversitesi’nde tamamlamış olan yazarımız, ayrıca kadın hakları savunucusu ve yetenekli bir konuşmacıdır. Kitaplarında özellikle güçlü, kadın karakterlere yer veren Hashimi, ailesiyle birlikte Maryland’de yaşamaktadır.

www.nadiahashimi.com








Bu gönderiyi Instagram'da gör

Yazar Nadia Hashimi’nin @arkadya_kitap tan eylül ayında çıkacak olan “Kabuğunu Kıran İnci” kitabının iki bölümlük kısmını ön okuma olarak okumuş bulunmaktayım. Kitapta Afganistan’ı ve orada kız çocuğu ve kadın olmanın zorluklarını anlatıyor. Kitap yine klasikleşmiş Arkadya olarak günümüz ve geçmişin bulunduğu iki katmanlı bir kurguya sahip. Günümüz bölümlerinde Rahima, geçmişi anlatan bölümlerde Shekiba adında Afganistanlı iki kız var. Okuduğum iki bölümlük yerde sanırım en zor hayatı yaşayan kişi Shekiba’ydı. Ama iki kurguda da Afganistan’da kız olarak doğmanın zorluklarından bahsetmiş yazar. Ailenin ve çevrenin kızlara karşı tutumu, yaptığı baskılar, toplumda bir yer edinememenin ezikliği var kadınlarda. Yazar bu kadınların hissettiği üzüntüleri ve acıları çok güzel kaleme dökmüş, o duyguları okuyucuya nasıl geçireceğini bilen yazarlardan👌Bu iki kız devamında hangi zorluklardan geçecek, kimlerle nasıl bir hayat savaşı içinde olacak çok merak ediyorum. ⚜ #alıntılar “Başına bir iki kez kötü şeyler gelen biri mutlaka yeni acılar çekerdi çünkü kaderin yeni ağlar örmesi zor olmazdı.” ⚜ Keyifli aksamlar dilerim🙋🏻 Sevgiler❤ 🏷 #kabuğunukıraninci #nadiahashimi #arkadyayayınları #yenikitap #kitap #sadekitaplık #kitaplar

Sade Kitaplık (@sadekitaplik)'in paylaştığı bir gönderi ()